Merhaba,
1965 Kastamonu doğumluyum. Ailem ben bir yaşındayken İstanbul'a yerleşmiş. Çok genç yaşımda kendimi bir anda aile mesleğinin içinde buldum. Ailem mutfakta o kadar başarılıydı ki yanlarında yetişmem hiç uzun sürmedi. Kısa sürede onların maharetli ellerinden birisi oluvermiştim. O günlerden beri mesleğimi heyecan ve aşkla sürdürüyorum. Ben işimi sadece ticaret olarak görmüyorum, bir yandan da muhteşem zenginliklere sahip Osmanlı ve Türk mutfaklarının kültürel miraslarını yaşatmaya çalışıyorum.
İlk yıllarımızda sadece misafirlerimize ikram ettiğimiz şerbetlerin beğenisi dikkat çekiciydi. Daha tecrübeli yaşlarımda birtakım olayların ardından şerbeti ikram edilen bir ürün olmaktan öteye taşımaya karar verdim. Uzun yıllar tanışık olduğumuz bir dostum ziyaretime gelerek önce hikâyesini anlattığı sonra da giderken bıraktığı bir defterle bu durumun fitilini ateşlemiş oldu. Bıraktığı defter Osmanlı saray mutfağında çalışan babasının dedesine aitti. Muhteşem yemeklerin ve şerbetlerin reçetelerinin orijinal el yazmalarından oluşuyordu defter. Hayat, bana “haydi bakalım sıva kolları artık çok daha önemli işler var” dedi âdeta. 600 yıllık kaybolmaya yüz tutmuş şerbet kültürünü yaşatmayı misyon edinmem işte böyle başladı.
İvedilikle okudum, malzemeleri ve uygulamalarını iyice kavradıktan sonra hiçbir katkı maddesi içermeyen, insan sağlığına zararı olmayan, içeriklerinde sadece meyveler, çiçekler ve baharatlar ihtiva eden her biri çok leziz şerbetler üretmeye başladık. Kısa sürede hak ettiği talebi gören şerbetlerimiz artık sadece ziyaretimize gelen misafirlerimize değil dünyaya servis edilebilir ambalajlı bir ürün haline geldi. Şerbetçi Ali Baba markası hayata böyle dahil oldu.
İddiamız şudur, Osmanlı Şerbetlerini orijinal saray mutfağı reçeteleriyle sunan nadide bir markayız ve bununla onur duyuyoruz.
Bu markayı dördüncü kuşağımız olan kızım Ece Güler'e atfediyorum ve bayrağı kendisine devrettiğimde onurla taşıyacağına inanıyorum.